1 Aralık 2018 Cumartesi

Üç Şeyin Biri Üzerine



Geçmişimden izler taşıyan bu masada, bu eller ile başladım yazmaya. Öncesinde okumak zihnimi bölerdi bilirdim. Ancak izlerin üzerinden geçmek istedim. İlk sayfayı açtım adını gördüm,
Emine 97 yazıyordu. Ne kadar da eski ve hala daha şimdiye dair.
Dirlik Düzenlik'ten "Masa Da Masaymış Ha" gülümseyip geçtim. Sonra içimi -ne gariptir ki- yine 97 yapımı olan Erden Kıral'ın Avcı filmindeki gibi dağlayan bir şiire denk geldim. Geçmişe dair hiçbir kaygı barındırmayan çocuk zihnimi neden dağlamıştı bu film ve şiir? Bilmiyorum...

Dipsiz Testi, sanki bir kadına söylenmişti. Belki değil mutlak, yaşanmıştı...

Yaşadım, söyledim, dinledim.
Bahamalı martıları okudum sahilde, kavun taşıyan kamyonları anlattım, dinlettim. Şairin yalnızlığını, alnımızı kırık bir cama yaslayışımızı, çocuk oluşumuzu, Çocuksun Sen'i, özlemlerimizi, terimizi nasıl paylaştığımızı, felsefelerimizi, ideolojilerimizi, kararlarımızı, vazgeçişlerimizi, anadolu diyarını, serez çarşısını, egeyi, seviştiğimiz sahil kıyılarını, koşturduğumuz ada sokaklarını, zeytini, birayı, 
Kuvayi Milliye'yi, öpüşü, kasetlerimi, eski yazılarımı, benim korkak zihnimin bu kadar yiğitliğe soyunuşunu, içimde akan bir şeyleri paylaştık.

Her gördüğümde senden daha yüce bir seni bana anımsatan şiiri paylaşmak istiyorum seninle.


Biliyor musun az az yaşıyorsun içimde
Oysaki seninle güzel olmak var
Örneğin rakı içiyoruz, içimize bir karanfil düşüyor gibi
Bir ağaç işliyor tıkır tıkır yanımızda
Midemdi aklımdı şu kadarcık kalıyor.

Sen o karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte
Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel
O başkası yok mu bir yanındakine veriyor
Derken karanfil elden ele.

Görüyorsun ya bir sevdayı büyütüyoruz seninle
Sana değiniyorum, sana ısınıyorum, bu o değil
Bak nasıl, beyaza keser gibisine yedi renk
Birleşiyoruz sessizce.


Edip Cansever


Bu aşamadan sonra elime aldığım notlarım şaşkına çevirdi beni, sırrını henüz keşfetmediğim 97 yılı takip ediyordu yazıyı.
Yine 97'den Eylül ayında hediye edilmiş bir kitabın sayfalarını kurcaladım. Yazıya oturmadan önce aldığım notlarda şu cümlenin altını çizmişim "Herkes ve Kimsenin Kitabı". Lakin bu kitaptan söyleyebileceklerimin bu yazıda yeri yoktu.

Şimdi okuduklarımdan ve yazdıklarımdan bağımsız olarak, büyük bir boşluk var içimde. Herhangi bir duyguyla kaplanmayan, bana sadece kendimi yaş almış olarak hissettiren. Büyümek demiyorum, büyümek yakışmazdı hiç.

Niceleri gelip geçtiler ben dediğim hikayenin içinden, ne çıkıyorlar ne de büsbütün yer ediniyorlardı ve bilirim niceleri de gelip geçecektir. Söylenmeyen söz, yerini yapıyordu geleceğe. Şimdi beklediğim ne varsa içimdeki boşluk gibiydi, sadece bilinmez. Bu yazıyı sana yazmadım, ben anlattım hikayemi içinde sen de vardın.

Üç şey vardı başından beri; kağnı, kuyu ve köprü.
Bu kuyunun hikayesine benziyordu. Avcı filminde içine düşülen kuyunun. 97 kuyusu diyorum ben buna. Hırslarımız da bu kuyuda erdemlerimiz de... Şimdi ne olacaktı? 10 filmin, kitabın, fotoğrafın, şehrin, duygunun 8'inde ne olacaktı? Boşluk mu?

Kuyuya bir taş daha attım.

14 Ekim 2018 Pazar

Beynelmilel: Ortadoğu



Kara kuru peki duru mu? Ortadoğu yanına doğdum. Bilmem, anlamam, yüz binlerce kelime arasından herhangi biri ama doğru sıra ile. Gün ışığını alıyor bir hegzagram içine ve peygamber sözlerini söylemeden duvar zaten başlıyor sarsılmaya. Serbest atış sahası,  gelişine vuruyorum. Ey sevgi ve öfke ne ince aranız, mesela bir yıldız ile diğeri arasındaki fark kadar. Uzak mı geldi insancık? Sonsuzlukta bir hiç kadar. Bilim, ilim peki duru mu? Nefret ederim Ortadoğu kadar el hub ve nizar belki kusmak gelir içinden gözlerin kapalı mıydı? Öptün mü? Sorma, bilme ve görme hepsi duyulardan ibaretse ne yapacak ahraz? Come on the target. Uzun süre önce söylemiştin, bir domates çorbasının buharı doldururdu mutfak camlarını ve perdeyle silerdin göz yaşlarını, şimdi bir hiç. Oliver twist, trompet, salsa en son reggie batsın bu dünya dinleyen ciğerlere marihuana, sonrası nazende. Na ni na do ve "sol" çoğu yoktur asker matarasında. Bu kafa böyle susmaz, huzurlu olmak için susmak, makarna üzerine sos yapmak, sarılıp uyumak, ağız dolusu sövmek hemde ana avrat değil. Her şeyiyle, gerçeklerine, ucuzuna, bilmecelerine, bilmeyişlerine. 

Son nokta bu yazıda, sadece uyumak...

18 Ağustos 2018 Cumartesi

Yazının adı: senin adın, benim adım...


Yazının adı: senin adın, benim adım... Korkuyorum... Yaşam korkunç derecede kötü çekilmiş iyi bir film gibi. Büyüyorsun ne yazık ki büyüyorsun. Bende yaşlanıyorum sanırım. Daha katı oldum, daha korkak. Zihnime bazı şeyleri anlatamıyorum. Ölüler mezar kazmaz, canlılar ölülere mezar kazar. Acı olan bu mu? Bilemiyorum...

Bazen kendi sevgini test etmek için öpüştüğün oluyor mu? Bana öyle geliyor.

Bu yazının buraya kadar ki bölümü yaklaşık 2 ay önce yazılmış ve unutulmuş tekrar yazmak için girdiğimde gördüm. Korkuyormuşum, sonuç değişmedi.

Çocuklar heyecanlıdır hemen herşeye... Deniz kıyısına gelince korkuyla birlikte çişleri gelir. Denizin sesi bu hissiyata eşlik eder. Korktukları bu şeye hevesle atılırlar sonrası hüsran tabiki. Bu korku onları korur, heyecanları ise deneyim sağlar büyürler. Neden büyümek isteriz orasını bilmiyorum. İster istemez büyürüz, deneyimleriz, korkarız. Peki, neden içeriği aşikar görünen tercihleri bile isteye yaparız? Hayır, size sormuyorum ya da genelleyerek sizde böyle yaptınız demiyorum. Kendimle konuşuyorum. Genelde gözlemciyimdir, seni tandığımdan beri gözlemlemek şöyle dursun sadece atıldım, koşturdum. Güzel günler geçirdim mutluydum, sevildiğimi hissettim. Sevilmeyi istedim.

Şimdi hayallerimizi yaşadık mı? Sırada ne var, başka hayaller olabilir mi? Bir kapı araladın; kendini sorgulayarak içinde bulunduğun yaşamı değiştirmek. Buraya kadar sen karar vermemişsin gibi. Belki de gerçekten sen karar vermedin. Beni sevdiğini söylemişsin, sevgi benimde için de yok olmayan bir güç. Sevginin türleri olur, çiçek sevgisi hayvan sevgisi vs. Hayır, sevgi var olandır, belki onun miktarı olur, değerleri olur. Bilemiyorum...

Seni çokca iyi anlıyorum sevgilim. Bana sorduğun bazı masumane sorular vardı, aslında benim de bilmediğim. Küçük prensi düşündüm mesela, uyuyamadığın masal istediğin günleri. Sonu kötü biten bir tek hikaye bir tek ayrıntı istemezdin. Üzülür ve yorulurdun, bende öyle. Sonu güzel biten filmler kitaplar, sonu güzel biten işler, arkadaşlıklar, yolculuklar. Nasılda güldürürdü yüzümüzü, kararlar verdirir, göz göze baktırır, tekrar tekrar öpüştürürdü. İçimizdeki güce olan inancımız gitgide büyür, ancak biz küçülürdük. Sonra gerçeklerin dünyasında yaşamaya devam ederdik, büyürdük.

"Büyümek yakışmazdı hiç
Gülüşünün kokusuyla yeşerdi bu elma ağacı,
Bir elma kokusuna tutundum düşerken.
"




İçime lök gibi oturan, bana okuduğun şu cümleleri paylaşmak istiyorum;

"Böyle olmasını istemezdim ama hep olurdu. Dünyanın bütün kızılderilileri yenilir, Spartakus kaybeder, gün batarken sararır, kuşlar döner, Sadri Alışık denilen hergele, her filminde ağlardı. O ağladıkça ben de ağlardım. Nedenimi bilmez ağlardım. Ağladıkça Sadri’ye kıl kapar gıcık olurdum. Üçüncü şahıs olarak kalışına, hep gidici kadınları sevişine, bu gidiciliklerin bir mecburiyet gibi duruşuna, Sadri’nin bu mecburiyetlere, giden kişinin özgürlüğü olarak bakıp, ona ihanet etmemek için kendine ihanet edişine.

Sonra Sadri Alışık'ın bir filmini oturup izledim, ne zamandır aklımdaydı. Öylesine bir film ki bu yazının başına tekrar oturtu beni. Filmin sonlarına doğru şu hayati soruyu soruyordu hatun kişi ve diyalog hayatın sonuna kadar son bulmuyordu aslında;

-Ne yapacağız şimdi?
- Bilmem; ama yaşıyoruz, iki kişiyiz ve birbirimizi seviyoruz. Korkma dünyada her zaman inanılacak sağlam şeyler bulunur.

Kendime dönüp, dönüp kızıyorum. Belkide ben uykundan uyandırdım seni; korktum, büyüdüm, ah ettim. Büyük bir gizem içinde kapadığın uykulu gözlerin, sırmalara sarınmış tel tel saçların, uykunun derin kokusu ve vücut sıcaklığın. Bu eşsiz anı ne diye uyandırdım bilmiyorum, bunu ben mi yaptım onuda bilmiyorum, sorguladım...

Ve maalesef yine film bana cevapların en nazik ve şairane olanını verdi.

nalesiz var harem-i yâre ki ey dilnale
men-i âsâyişi gül bister-i hâb eylemesin


Yani diyormuş ki; ey gönül sevgilinin odasına inlemeden git ki,
iniltin onun uykuya vardığı gülden yatağın rahatını, sükûnunu bozmasın...

Vay efendim bunları duyduktan sonra içimden çokta yazmak gelmiyor artık. Konuş benimle demişsin, konştum ama anlatabildim mi bilmiyorum. Yazdım işte, çoktan terk ettiğin bir yöntemle.

Sevgiyle kal.♥

17 Mayıs 2017 Çarşamba

Kağnı Kuyu Köprü

soyhansan.blogspot

II.


Ey hayat böyle yapıp duracak mısın?

            Köprüdeyim, konuşmuyoruz... İnsanlarda geçmiyor üzerinden. Soru sormadan konuşuyorum, anlatıyorum. Cevap veriyorlar. Sonra bir bakıyorum onlarca soru sormuşum zihnime. İyi olmaya çalışıyor muyum? Mesela yaşamaya ne demeli? Köprünün ortasında beklemek yoruyor beni. Bunu söylüyorum; cevap vermiyor.


           Köprüdeyim, konuşmuyoruz... Soluma bakıyorum, sağıma bakıyorum. Altımızdan su akıyor, izliyoruz. Sonra ardımda bir kağnı sesi duyuyorum. Yekpare tekerlekleriyle gıcırdayarak yaklaşıyor. Tam beni geçecekken duruyor kağnı. Bu sefer dayanamayıp soruyorum;
“-Yol nereye?”
“Köprüden geçiyorum” diyor. Bir süre süzdükten sonra “-durdun” diyorum. “-Sana bakıyorum, sende duruyorsun” diye karşılık veriyor ve artık duruyoruz, konuşmuyoruz.

           Şimdi koskoca bir dünyanın içindeyiz. Hava yok, ses yok. Gökyüzü hayal etmişim, kara parçaları var ve iki yakayı birbirine bağlayan bir köprü. Üzerinde kağnı ve ben. Tam ortasındayız... Kendimi neden buraya koyduğumu düşlüyorum. Sadece iki yol mu olmalıydı? Bu kadar kısıtlı olmasını istemem neden? En başta köprü ve yollar varken gideceğim yola karar veremiyor olmamın bir anlamı vardı. Artık yolları ve köprüyü ben düşündüğüme göre orada olmamın bir anlamı kalmıyor. Kağnıyla birlikte herhangi kara parçasına doğru yola koyuluyoruz. Ağaçların gölgesine sığınacağımız bir yer bulana kadar gidiyoruz. Sonra ağaçların gölgesinde bir kuyunun yanına kağnıyla birlikte ilişiyoruz.

            Kuyuya soruyorum. Çok geçmeden sesimin yankısı kulaklarıma vuruyor. Aynı soruyu kendime iki defa sormuş oluyorum. Komik geliyor bu bana, gülmeye başlıyorum. Ben gülünce kağnıda katılıyor. Gülüşüyoruz... İşte her şey buradan sonra değişiveriyor.

Soruyorum; Ey hayat böyle yapıp duracak mısın?

            Güneş batmadan, köprünün altından akan suyun debisi yükseliyor. Rüzgarı ve havayı duymaya başlıyoruz. Hiç kimse konuşmazken, kuyu soruyor.

-Bunca soru neye?
-Hayata, diyorum. Böyle yapıp duracak mısın?
-Derman olacağım soruna, nasıl yapıyormuş bakalım hayat?
-Önce doğuracak sonra büyütecek sonra öldürecek.
-Bırak bu konuyu, sorularının sebebi bu değil açık konuş.
-Anlatayım; küvete su dolduruyorum, içine giriyorum sıcacık suyun. Biraz keyfini çıkardıktan sonra su soğuyor.
-Küvet basit.
-Basit anlatmak istedim.
-Anlatamazsın. İçime akan suları ben bilirim. Kuyu olmak hergele işi değil, sabır ister.
-Suyu tutabildin mi içinde?
-Ne hacet? Kuyu oldum suyu anlamak için, hala daha bilmem. Ama o beni bulur sızar içime. Suyu istiyorsan kuyu ol.

            Kalktım kuyunun yanından. Düşünerek yavaş adımlarla köprüye doğru yol aldım. Baktım kağnı gıcır gıcır geliyor arkamdan. Dönüp sordum “-Ne iş?” “-taş taşırım” dedi. Birşey demedim. Köprünün ortasına gelip bekledim. Artık yolların anlamı vardı. Ya dönüp kuyu olacaktım ya da uzanıp giden toprak yoldan kendi yoluma gidecektim. Ancak kafamda atamadığım bir ihtimal vardı. Ya kendi yolumun sonunda kuyu olmak varsa?