27 Ağustos 2014 Çarşamba

Anasır-ı Erbaa



Adını bilmediğim duraklarda durdu. O yaptı diye anlatmıyorum, ben yaşadım. Maviye o rengi veren şey her ne ise onun taşıdığı anlamı da O verdi. Biz tercih ettik... Zihnim yaratımın bir parçası. Öylesine garip ki izlediğim film yarım kalmış araya reklamlar girmiş gibi. Hangi güzelliği yaşasam, hangi sırra ersem ve daha böyle böyle onlarca kent gezsem... Öleceğim aklıma geliyor. Filmin devamını merak ediyorum. Velev ki film benmişim reklamlarda sanrılarım; sebebi varmı bunca oyunun, oyuncunun, kameramanın, ekibin?


— Sen topraksın evlat. Topraktan olma ve teyakkuz bitince eve dönecek olan!

23 Haziran 2014 Pazartesi

Doğduğu(n)m gün!

      Arada kurgulayamadığım bazı silik yıllar var. Sanırım o esnada tam kendimde değildim belki hiç yoktum bile. Sonra dünyaya düştüğüm andan hemen sonra hissetmeye başladım ya da var etmeye. Dünya sandığımdan çok daha büyükmüş o zamanlar için. İlk önce evim kadardı. Mutfak ve balkon arasındaki mesafeyi kat ettim. Sonra mahalle girdi işin içine biraz daha aklım başıma gelince şehir. Şehirde merak ettiğim köşeler vardı bir bir onları gezdim. Ve zihnim bunca senaryo yazmasa hiç insan tanımayacaktım. Az insan tanıdım ama bu kadarı bile fazla geliyor. Her insanın senaryosunu ayrıca oluşturuyormuş zihnim. O kadar gerçek ve o kadar gerçeksin ki! Ama seni ben yazdım (: Gülüşlerini yazdım, ağlayışlarını. O çirkin 3.sınıf ağlak edebiyatı ben yazdım, o sınıfsız evrensel görülü edebi eserleri de ben yazdım. Dinlediğimiz bütün konçertolar benim! İnsanların belli başlı hitap şekilleri olur kimi her daim ismiyle çağırılır, kiminin sınıfta bir lakabı vardır. Bunlar benim zihnimin oyunları. Bu zenginliği ve züğürtlüğü ben yazdım.

     Şu an yaşadıklarımdan çok fazla etkilendim ve sözcükler zihnimden döküldüğü esnada yazamadım. Sadece boşluğa söyledim. Bir bilsen anlatmak istediğimi…

     Bak; tenine değen tüm rüzgârlar ve gözlerinden akan yaşlar, bildiğin ve bilmek istediklerin, özlediğin, beklediğin, aradığın herşey anlamdan ibaret. Ve anlam benim! Söylemek istediklerim bütünün bir parçası olmak değil, bütünün ta kendisi; vizyonu. Persfektif olarak baktığın zaman odaya, içeride yokum.

     Dünyada iki türlü insan vardır. Biri kadın diğeri erkek… Gerçektende sadece sen ve ben varmışız. Yıllardır kadınıma diye yazdığım tüm yazılar seni anlatıyormuş inanabiliyormusun? Hiç görmeden tanımadan seni… Ve işte tüm erkeklerde benmişim. Hem ne güzel hem de ne iğrençmişim. Hissettin biliyorum, pır pır ettiğinde içinde birşeyler; bileklerinden itibaren bütün bedenin hissetti o sıcaklığı. Adı her neyse yaşadığın şeyin, bende yaşadım. Tüm âşık olduklarım ve kaybettiklerim sensin. O kadar çok ağladım ki bi seferinde, sanırım yitirdiğim şeyin sen olduğuna kanaat getirmiştim. Yalancı çıkmadım tabi. Sana sorular soruyorum bol bol. Tüm hareketlerini ve parmaklarının havada çizdiği o geometrik şekilleri sana soruyorum ne demek, neden yaptın diye. Bilmeme rağmen hala inanmak istemediğim için… O hareketlerin her biri içinde gerçeği taşıyor, onların bir enerjisi var. Hissedebiliyorum, yoruluyorum sadece. Bu bedene hapsolmuş gibiyim. Bilmem hatırlarmısın; sana yazılar yazan birçok yazar var tüm bir geçmişten veya umutlarından bahseden ya da kendi gerçeklerini sana anlatanlar. Binlerce kilometre gezdikten sonra izlenimlerini aktardılar. Bu nerden çıktı şimdi diyeceksin. Bunun tanımı: adını koyamamaktır. Adını bilmiyorum bu hissin, belki Mamak’tayım, belki Tunceli’de, belki Balıkesir’deyim ya da Beyrut her yerden sana mektuplar yazdım. Ve yazmaktayım… Sebebi yok işte, dünya neden var? Bu soruyu yanıtlayamıyorsak, bu mektupların ve hislerinde cevabı yok işte. Son olarak çok aciziz… Hepimiz sadece hissetmek ve sığınmak istiyoruz. Bu hissin arkasına sığınıp, sıcacık kollarına uzanmayı ve sana sarılıp o kokuyu duymak istiyoruz. Hepimiz çok uzaktayız, “ben” yanındaki; temsili bir varlığım sadece.

25 Mayıs 2014 Pazar

Seçmen

Heykeltraş Sam Jinks

Elime bir iki broşür aldım, taze hayatın bilinirliğine yolculuk benimkisi. Her ne kadar söz etsem devinimden az gelecek. Her saniyem yazılmaz ki yazsam hangi lügat yetecek anlatmaya, anlamadığımı?  Bölüm bölmüm gitmeliyim öyleyse…
Enine genişlik; bir kuyu ile ters orantılı… Yorum yani algı biçimi çok önemli ilk evrede, demem o ki bazıları bu durumu miğdesi genişlik, bazıları pis su borusu, bazıları ise açıklık ve ya erdemli olma yolunda herşeyi tecrübe etmeyle eş değer bulacak. Yapısallığı önemli değil, yüzümüzü gülümsetiyor işte. İnsan zihni kimi güzellikleri yumuşaklık ve ya hoş kokuyla eşleştiriyorsa bu durum yorumun yetersizliğinden kaynaklanır. Adlandırıp, tanımını tam yapamadığı öğeleri farklı yollardan dillendirme ihtiyacını karşılar. Türkçe en bilge dillerden biri çünkü tek bildiğim dil. En bilge dillerden biri çünkü vücudun en yumuşak yerine kaba diyor. Yumuşak olmasının yanı sıra en hissiz, duyarsız bölge o yüzden kaba… İğne deldi atmosferi zevk nereye ait? Kaba’ya mı iğneye mi? Bu kez olmadı, iğne dayandı kemiğe artık derinin altı biliniyor. Oldukça derin ve enine geniş bir algının içinde… Öyle sanıyorum ki her seçim sonsuzluğa işaret ediyor. Bu durum hem bilinmez hemde sonsuz olduğu için öfkeyi uyandırıyor içimizde. Seçimlerimiz zihinin içinde hem an’ı hem de sonsuzluğu barındırdığı için en değer verdiğimiz bilmeden koruduğumuz şey oluyor. Sadece sonsuzluğu yaşadığımız da O’nu hissedebiliyoruz işte bu yüzden seçimlerimizi yüceltiyoruz. Tarihten bu güne en aşağılık ve ahlaksız meslek fahişeliktir. Çünkü seçim yoktur.
Yaratımın sonucunda seçimlerini yapanlar, bir bir yollarına ayrıldı.
-Taziye mektubu almadan önce ayaklarını yıka. Geldiğin yol pisti...
-Ayaklarını yıkama ki geldiğin yolu unutma!
-Öğüt alma, öğrenmeye çalıştığını yap.
Kimyanı bozan şey sirk çadırının renkli ışıkları değil. Seni oraya kadar götüren reklam afişleridir. İçeri girdiğin vakit tüm dünyayı dışarıda bırakırsın, gülücüklerin tenhadır. Arkasında ya da önünde hiçbir sebep ve ima aratmayacak netlikte. Bir ip canbazının gösterisi, senin süper kahramanlarını sevindirir. Gerisi seçimler zaten… Ve ilizyonu bile bile alkışladın hokkabazı, yüzündeki gülücük için yeterliydi şapkadan çıkan tavşan numarası. Refleks sandığın her hareketin; belki dna ile belkide başka nane, öğrendiğin birşeydi. Şimdi sevincide aynı hokus pokusta arıyor olman şaşırtıcı değil.

Şimdilik bu kadar sevgili benbilirimciler… En yakın zamanda bir başka broşür incelemek üzere. 

19 Mayıs 2014 Pazartesi

Sanat, boncuktan kuş yapmak mı?


Bir bozukluk var bu düzende ya da ben bozuğum düzen içinde? Kim bilir sonuçlara nasıl dayanır sebepler… Şimdi, hiç bilinmeyen bir ülkeye yolculuk gibi yaşadığım hayatın yabancılığını çekerken, hem yüzümde bir gülümseme var hemde içimde bir kırgınlık. Bizim ülke 3. Dünya ülkesi gibi içinde çok tatlı insanları ve yetenekleri barındıran ama hiç bir şey yapamayan, sömürü halinde... Şimdi ruhumun taşındığı ülke de yabancılık çekmem bu yüzden, herşeyin ederi var ve herkes bunun bilincinde olmak zorunda gibi… Küçüklüğümden beri paylaşan bir çocuktum. Bende olan, başkasında olmayan şeyleri fark ettiğim an; kullanmaktan utanan biri. Şimdi küçük ayrıntılara dikkat etmekten resmin bütününü kaçırdığımı fark ediyorum. Bardağın boş tarafını görmek saçma bir huy halinde gözlerime yapışmış durumda, mesela her seferinde eksiklerimi düşünüyor olmam, bu durumla ilgili bir kıyası kovalıyor olmam beni yoruyor.

Sanat; boncuktan kuş yapmak mı? İnsan kişi onu üretmiş ve buna sanatım diyorsa, duygularını aktarıyorsa; o obje onun sanatı olarak kalacak. Ben yorumlamaktan, adlandırmaktan ve eleştirinin yapıcı olduğu kanısında kalmaktan, her zaman bıdı bıdı yapan bir zihinle başbaşa oturmuş henüz yazımı tamamlamadan “bu iş olmadı” diyerek masadan kalkmaktan yoruldum. Kendimi yordum biraz… İçimdeki farklı oluşumları tek noktaya kanalize edip bir disipline sokamadım. Kaynağa ulaşmak isteyen, avare yaşayan, düşünen, kusan, çalışan, gülen, düşünen, düşünen, düşünen bir şey var içimde. Net bir şekilde söylemeliyim ki bahanem yok! Çantam hazır artık, ben hazır olmasam da yarın yola çıkıyorum. Yeni bir ülke de yaşıyacağım, tam da bunu söylerken aklıma şu sözleri geliyor Konstantinos Kavafis’in;


Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim, dedin
Bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet.
Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya;
-bir ceset gibi- gömülü kalbim.
Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?
Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,
Kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,
Boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede.
Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
Aynı mahallede kocayacaksın;
Aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma-
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
Öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de.

Elime öylesine bir kalem aldım, yazdığım birkaç cümle oldu. Öylesine bir gitar aldım çaldığım birkaç şarkı oldu. Her defasında birkaç şey yapıp bıraktığım onlarca şey oldu, bana ne olduklarını ya da kendimi nasıl hissettirdiklerini sorma bazen bir şey yapmak sadece yapmaktır. Şimdi bütün meselemiz tanrıyla aramızda mı? Onlar sordu ben sustum, onlar sordu ben sustum velhasıl ne iyiydi ne de kötü…


15 Mayıs 2014 Perşembe

Lumbar


Şimdi zihnimde tek bir soru; kocaman ağırlıyla "Ben Neyim?" sorusu.
Yanıt geldi;
-Tanrının evladı.
-Baba, bana(bize) yardım et. Arıyoruz biz ısıyı; rahimden bu güne aranan şey vuku bulsun istedik. Herhangi bir tarif uymadı buna. Çoğumuzun gözünde sıcak evlerimiz artık hayaldi. Yedi cihanda, dört iklimde, toprakta ve semada ya henüz tatlı bir edayla ya da acı birer çığlıkla varız. Her daim çoktuk, çoğumuz çocuktuk. Adlandırma yapılan tüm maddeler görevini üstleniyor. Brim önemli değildi... Varlığını sürdüren herşey dengesini korumak adına hamleler yapıyordu. Manâ düşündüm; yarım asır tutsak olmuş bedenler, savaşta ölenler, uyurken düşünenler ve koşmak hedefe menzil yettiğince...
-Yarım yol, hiç başlamamaktır.
-Beni, benden al. Beni, bana çevirme... Ben buysam eğer, kendimi istemiyorum.
-...
-...

20 Ocak 2014 Pazartesi

Salyangoz

Bir helezon hatırlattı bana bu sözleri… Zaten herşeyi önceden yaşamış insan beyni kimi zaman unutmakla yetiniyor tüm geçmişi. Tekrar tekrar dinledim aynı melodiyi, doğru düzleme gelince anahtarın dili açtı beynimi. Tekrar tekrar olup biten tipik bir yaşamı sürdürmek; ilk an dan son an'a kadar yapman gereken görevi bitirmediğin içinmiş. Uyan, yüzünü yıka… Benzer duygular ancak heyecanı farklı; bakkala git, en sevdiğin çikolatayı çal ve ye. Eve dön dayak ye. Üzül, sev, düşün, dur, bekle, kokla, işe, otur, kalk, benimse, vazgeç, unut, sev, seviş, oku, yaz, çalış, bil, geç kal. Oluştur, en son bunu yap baştan beri koyduklarının üzerine bir taş daha koy ve karşılaşınca oluşturduğunu fark et. Marjinal mi? Olsun… Genel mi? Olsun… Aynı çerçeve etrafında dönüyorsun şimdi ve derine gidiyorsun bir yandan. Yargılıyorum bende… Neden? Bunlardan banane! Bunlardan sanane!

Maddenin özüne doymama hali bu… İçimden geçerken; alıyorsun benliğini. Oysa bana bırakmalıydın kendini… Ben, bölündükçe eksilecek sandım varlık. Çoğalıyormuş bölündükçe… Ne istediğimi bilmedim hiç, yaşadım hep kendimce. Düştükçe düştük şimdiye kadar yaşadıklarımızla dibe. Ulaşınca, iki ayağımız ile sıçrattık kendimizi göğe. Önümüzden bizi fark etmeyen merkepliler geçti. Biz o zamanlar mektepliydik; hem utangaç hem acemi… Bir nevi merkep… Biraz vakit geçince, yaşamayı bir iş olarak görünce gediklisi olduk hayatın. Utanmayı unuttuk. Utanmaktan utandık… Tam olarak ne istediğini bilmeden yaşadığın hayatı, kendini sıçratıp görünce güneşin ilk ışığını; bir fikir geldi aklına daha ilerisini görmek adına. O güne kadar nefesini hep tuttuğunu fark ettin. Almak istedin, henüz derindi durduğun nokta… Tam karşında birini gördün dibe doğru dalan, dalarken gözlerinin taa içine dolu dolu bakan… Gözlerinde mor bi düş vardı. O bakışa tutundun çıkarken, gitmesin istedin. Henüz dibe ulaşmadan tutup kollarından çıkarttın yüzeye ilk nefes boğazınızı yaktı, ikincisi düşündürdü, üçüncüsü şükrettirdi… Konuşmadınız hiç… Sen denizkızıydın, bense henüz mitolojiye inanmıyordum… Tüm denklemleri alt-üst eden bir gerçeklik var suyun dışında, hiç düşlemediğim bir gerçeklik. En güzeli bu...

1 Ocak 2014 Çarşamba

Tren



Tüm tuzakları biliyor olup bunca faka basmak… İnsanın doğası galiba, doğal olan bir başka şeyse tuzakların olağan olması, yaşanıyor olması, insanın üstüne üstüne gelmesi… Lanet olası “federaller”, bu cinayeti kendi polis sistemimle çözmeyi planlıyordum ama işe evrensel doğa yasaları parmak attı. Herşey saklı gizli olmak zorunda ya açık düşüncelerimi bir kenera atıp gizli düşüncelerimin peşine düştüler. Polis gizemi sever, zaten aksiyon arıyor… Hayal kurdum… Hayal; tüm insani duygularımın fikir ile vücut bulmuş hali. İçinde sevinçlerim, beklentilerim, isteklerim, korkularım vardı. Dolayısı ile yaşadıklarımın da hepsini içinde barındırıyordu… Geniş zamana yayılmış anlık olaylar silsilesi. Sevincim uzun sürdü, beklentilerim bitmek bilmedi(bkz: Ademin elma olayı), isteklerim bazen gerçekleşti, korkularım hep vardı. Bu denklemin adaletsiz olduğunu düşünmeye başladım. Saatlerce kurduğumu sandığım bir kale tek top atışı ile yerle eksan oluyor… Oysa topu yaratan da benim ateş edende… Ne saçma değil mi? Ve bunu bilip hala topun fitilini ateşlemeye engel olamamak. Artık gerçekten bunu istemiyorum… Yeter… Çok üzülüyorum, yoruluyorum… Kendimi boşluğa bırakmaya hazırım herşey tanrının elinden geldiği gibi olsun.

Biz istersek, duvarlara pencereler açarız
Biz istersek, gökyüzüne gökuşağı asarız
Biz istersek, rüzgârlara kanat açar uçarız
Biz istersek, yüzyılları bir gecede yaşarız
Biz istersek, gözyaşından gülen elma yaparız
Biz istersek, kahkahadan ağlayan nar yaparız
(I.Irem)



Hayat hep ironik; kurulu düzeni korumak adına 30cm mesafeden el sallamak giden trene…
Ve aynı trenin sesini duyup öküzce bakmak menzilden çıkana dek…
Bir istasyon şefinin gönderdiği trenden sonra işini bitirmiş olmanın verdiği huzurla başını yastığa koyması ve aynı treni bir sonraki istasyon şefinin heyecanla beklemesi… Hepsi aynı yol üzerinde farklı zamanlarda ama aynı “an” içerisinde…
Beni anla!