7 Aralık 2015 Pazartesi

İlkel İçgüdük

Sebastian Bieniek "http://www.sebastianbieniek.com/"
(okurken sıkılacaklara not: kişisel içerikli evrensel nedenli bir yazıdır.)


  "Plotinos (203-270) için güzel, Platon'da olduğu gibi ideada ışıyan şeydir. Güzel, Tanrı'nın saydamlığıdır ve ondan, ancak ruhun arınmasıyla pay alınır. Ona göre madde, kendi kendine gü­zel değildir, idealarla aydınlanma oranı kadar güzeldir. Bu anlayış Orta Çağ boyunca egemen olmuştur. Plotinos güzelin, bölümlerle bütünün bağlanmasında ortaya çıktığı görüşündedir. Bundan ötürü biçimlenmiş olan şeyler güzel, biçime girmemiş olan şeyler çirkindir."         http://msgslfelsefe.blogcu.com/

   Tam kendime herşeyin doğal olduğunu savunacakken, (savunma; savaş içinde olanın uyguladığı eylem. Bu bilgiye göre savaşım var!) doğa ile estetiğin ayrımını fark ettim. Karanlıkta maddesel varlığını sürdürürken habersizdim senden. Keşfimden sonra, güzelliğinin içeriğini sorguladım. Yine olağan haliyle onlarca sebebe bağlıydı. Yaratım sadece bana ait değildi ve bu çok güzeldi... Fikirlerimin ve kişiliğimin büyük bölümü biçimlenmişti. Ancak gerçekliğin biçimi hakkında bir fikrim yoktu. Bütünüyle biçimlenmeyen herşey gibi sınırsızlığını ve çirkinliğini duyumsadım.

   Doğal olanla yaşadığım ilk kargaşa değildi. Ancak bu sefer neyin doğal olduğuyla ilgili de kararsızdım. Doğal olduğunda ne olurdu? Doğal olan çabuk kabul edilebilir bir hal aldığı için; varlığını sadece kabullenmek zorunda kaldığımda hatırladığımı fark ettim. Acaba bu düşünce de doğal mı?

   Gerçeği göremeyecek kadar çirkin olduğuna inanmak istemiyorum çünkü bu biçimsizlikte seni bunca güzel bulmam olanaksız. O zaman denklem tersine işliyor ve sen bütün hatlarınla ideamın ışığında beliriveriyorsun ve fikirimlerim biçimsizleşiyor. İşte doğal olanı keşfettim; dengeyi...

   Yanyanaydın içinin kıpırtısını duymadın, duymadığını düşünmek istiyorum. Kocaman ağacın yeşil yapraklı dallarında koca kafalı bir tırtıl. Gözlerini kapayıp kelebek olduğunu hayal etmeye başladı; mavi kanatlarını dengesizce çırpıp meltemin etkisiyle gözden kayboldu. Bunu sen yazdın kağıta ihtiyaç duymayan sen. Sonra içi kıpırdayan kelebek konduğu ilk yerde bunca çabaya rağmen ne kadar az yükseldiğini ama ne çok zevk aldığını düşündü. Nasıl olabilmişti bunun önemi yoktu artık. İnandığı tek şey çok daha yükseklerde uçabilirdi ve evrenin en büyük zevkini yaşayabilirdi. Gökyüzüne baktı uzun uzun, kanatlarından daha açık renkteki gökyüzünde bir balon uçuyordu. Tüm benliğiyle balon olmayı hayal etti. -Görebildiği en yüksekteki cisim- Özgürlüğün simgesi balon... Oysa sınırlarımız yoktu, çitlerimiz ve bahçe kapımız. Balonun içinde taşıdığı şey helyum gazı kelebeğin içindeki yaşam sıvısıydı. Gerçekliğin içinde taşıdığı şey neydi?

26 Ekim 2015 Pazartesi

Ecnebi

Liz Grilli
                                                                                                                                              Japon Balıkçısı - Ezginin Günlüğü
    Ensem terliyor güneşte, sonra ağız dolusu sövüyorum. Her vakit geçendir, hepsi geçecek olan... Yapılanlar ve eylemsizlik hepsi boşa mıdır? Sorularım var ama cevaplarım yok her birinin ucu açık ve hissiz geliyor sanırım ikilemde olmanın getirisi... Sorgulamaları durdurmak isterken senin penceren açılıveriyor ve soğuk bir rüzgar giriyor içeri, uyandırıyor beni. Aklıma o malum şarkı geliyor; "boynuma sarılma gülüm, benden sana geçer ölüm." son cümleleri unutulmuş bir şiir. Yazılanlar bir arka sayfada kalmış ve o güne kadar kimsenin aklına gelmemiş, elinde bir türlü o gücü bulamamış sayfayı hiç çevirmemişler. Ama ben gördüm ve unutmadım.
    Sesin ben tanımadan çok önce kırılmış tıpkı senin beni tanımadan çok önce kırılan bildiklerim gibi. Tüm bildiklerimin ve fiziğin üzerine kusulmuş bomboş bir kitap gibi kaldığımı hissetmiştim. Hiçbirşey yazmadan önce kendim yazmak için, sanki bir anlaşma imzalarcasına kitabın başına imzamı attım. Bu hikayeyi ben yazacaktım. Defalarca kez hikayeme başlayıp defalarca kez yırttım sayfaları. Kiminde bir köyde başlayan hikaye kiminde atlantikte bir gemide başlıyordu. En sıcağı hangisiydi? Üşüyordum da... Evet ben de üşüyorum ama çaktırmıyorum. Bilmem kaçıncı deneme de ortaya birşeyler çıkıyor gibiydi çünkü yazarken bir üst satırı okumaktan vazgeçmiştim. Şuan yazdıklarımdan mutlu giderken hikaye ne başı belliydi ne de sonunu hesapladım ama yaşadım işte. Her kırığı düzeltebileceğimi düşündüm sadece severek, okşayarak. Bir kısmını yaptım galiba ve bir kısmını da kırdım. Şimdi hikayemi yazdığım kağıdı ve kalemi önemsemeden (-ki hep saman kağıda yazarım tok tutar.) anlıyorum. Yaşayabileceğim ve yaşatabileceğim herşey varlığımızla sınırlı. Yani yok saydığım fizik kuralları, üzerine kusulmuş boş kitap ve doğa yasaları! Hepsi boş birer zırva. Yer çekimine kızdığını hatırlıyorum. Haklısın... Son denememde işe bildiğim herşeyi unutarak başladım, şimdilik işe yarıyor.

12 Ekim 2015 Pazartesi

Tarihe Bir Not



13.10.15 Salı 02.04

    Tarihe bir not: Silinmeye çalışıyorum, özlemlerimden ve benimsediğim değerlerden... Bildiğimi sandığım bütün gerçeklerden ve sizden. Hissettin biliyorum, burnum sızlıyor içim bir garip... Bunca zaman sıktım dişlerimi artık gücüm yetmiyor galiba ilk defa bu gece bu kadar sıkı düğümlendi boğazım. Söylenecek çok fazla şey yok aslında... Kısaca bir kaç kelime anlatır herşeyi ama ben şair değilim öyle yazamam kendimi.
    Önce adın sonra ellerin en son hissettiklerim, kokun vs... Gerisi... Yağmur sessizce silse kibrimizi... Susarak özlüyorum...

3 Mart 2015 Salı

Melodram


mattw.us  collage@mattw.us


                                                                                                      "onca yoksulluk varken" kitabının çok ardından bir iki cümle...
      Yeni taşındılar veya zaten vardılar; iki komşunun yanyana duran bahçelerini kıyaslamak gibi bu.
Birinde taş üstüne siyah demirken çitler ve yemyeşil çimler bütünlüğü sağlarken... Birinde çamura batırılmış bir iki sap kargıdan ibaret sınırlar. Oysa toprak dipten birleşiyor. Kime ve neye sınır koyabilirsin ki?
Yoo, hayır bu dip akıntıyı anlatmıyor! Bu algıyı anlatıyor, bakış açısını. Bu kontrolü anlatmıyor; o kadar sınırsız ve sonsuz ki bilmiyorum...
      Çiti ilk kim icat etti bilmiyorum, ancak doğa yasalarını red eden biri yaptı onu biliyorum. Sonra bu çitler doğal hâl aldı. Ve ben... Böyle doğa yasalarını benimseyemedim. Doğa yasaları deyince aklıma Momo geliyor.
"-Ben doğa yasalarının içine edeyim!" derkenki çocuksu bakışkarı altında gizli felsefik gerçeği ve küçük yumruk yapmış ellerini betona vuruşu... Dünyanın en ilham dolu, hatta yerine göre vahiy bile indiğini idda edebileceğim romanlarından biri bu; "Emile Ajar"ın "Onca Yoksulluk Varken" romanı.
      Fahişe kelimesi dilimizde eş anlamlı olan hayat kadını sıfatıyla da kullanılır. "O neden?" diye düşündükten sonra cevap geliyor. Hikayede hayat kadını olan madam Lola, Momo'ya 30 frank uzatıyor. Çocuk avutuyor yani, gerçeklerden dolayı dudak büken bir veleti... Ama doğa yasalarına küfür edince Momo, madam Lola gülüyor. Çünkü bir göğsü ötekinden büyük, doğal değil madam Lola. Ve belki -bu ayrıntı bilinmiyor- travesti madam Lola yani, aç kalınca kendi kollarından birini yiyen ahtapot gibi -zira ahtapot kolunun tekrar çıkacağını biliyor- doğa yasalarına direnirken, direnmek onu daha fazla yoracağı için sahte kadınlığının arkasına sığınıp olayı kabullenen ve çocuk avutan hayat kadını rolünü sürdürüyor. Artık bir gerçeklik oluyor madam Lola. Ne paradoks denir buna, ne de başka birşey. Sadece tatminsiz diyorum.
                                                                                                                                                 06.11.14